Akranlarınınaylarca oyalandıkları kitapları üç beş günde ezberler rafa koyar. İşte bu gayret, bu kabiliyet Ebussüud Efendi’nin gözünden kaçmaz. Delikanlının elinden tutar, korur, kollar, sahip çıkar. Eğer onun gibi bir âlim ilgileniyorsa bu çocuğu kenara yazmak lâzımdır.
Nitekim çok geçmeden adı devlet erkânı arasında dolanmaya başlar.
Ancak Mûsâ Efendi’nin makamda mertebede gözü yoktur, zahirî ilimlerde yol aldıkça bâtına olan merâkı artar. Halbuki ledün ilminde ilerlemenin bilinen bir yolu vardır, “bir velî bulmak, kayıtsız şartsız teslim olmak”...
Bir mürşid arar
Mûsâ Efendi’nin kulaklarında Koca Mustafa Paşa Tekkesinde şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin ismi çınlar lâkin bazıları onun hakkında ileri geri konuşurlar.
Tereddüdünü yense iyidir ama, acabalarını aşamaz. O gece rüyâsında Sünbül Efendinin evine geldiğini görür. Onu içeri almamak için kapının arkasına eşya yığar hatta, hanımı ile üstüne çıkar, ağırlık yaparlar. Sünbül Efendi kapıyı ufacık bir fiskeyle açar, eşyalar darmadağın olur, ikisi de sırt üstü yuvarlanırlar.
Molla Mûsâ, yaptığı hatâyı anlar, hemen o sabah Sünbül Sinân hazretlerinin dergahına koşar. Büyük velî adeti veçhile kürsüye çıkar ve Tâhâ sûresinden bâzı âyet-i kerîmeleri tefsîre başlar.
Bir ara soluklanır ve “Ey cemâat” der, “bu tefsîrimi siz anladınız. Hattâ Mûsâ Efendi de anladı.” Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek açıklar ve “Ey cemâat! Siz bu tefsîrimi anlamadınız, Mûsâ Efendi de anlamadı” buyururlar.
Evet, Molla Mûsâ ikinci tefsirden bir şey anlayamaz ama çok iyi anladığı bir şey vardır: Özlediklerini bu kapıda arasa iyi yapar.
Sünbül Sinan
Nitekim cemaat dağılırken Sünbül Sinan hazretleri karşısına çıkar.
Gözünün içine bakıp, kalbinin derinliklerini okur. “Daha ne bekliyorsun Muslihiddin Mûsâ” der, “duvarların ardına saklanamazsın.
Sandıkları dolapları yıkar, seni yine alırız!”
Ve alır da... Perdeler peşpeşe aralanır, ufuklar duvak duvak açılır, Molla Mûsâ hallerle, sırlarla tanışır.
Bu hususi tevveccüh bir yana, edep ve hayâ timsali kızı Rahime Hatun’u da vererek kendine damat yapar. Bir zaman sonra dergâhın eskileri “neden hep o” diye fısıldaşmaya başlarlar.
Sünbül Efendi bir gün talebelerini tek tek huzura alır ve “Farz-ı muhal âlemin arzuladığınız gibi yaratılacağını bilseniz, Allahü teâlâdan ne isterdiniz?” diye sorar. Kimi fukaraya mal, kimisi de mahlukat için bolluk, bereket, barınak arzular.
Cevabını veren kenara oturur bir sonraki talebeyi içeri alırlar.
Nitekim sıra Muslihuddîn Musa’ya gelir, Sünbül Efendi aynı soruyu ona da sorar. Genç dervişin gözleri büyür, aşikare sararıp solar, Allah-ü teâlânın azametinden titreyen bir sesle “haşa” diye fısıldar “ben kimim ki. Hem her şey o kadar ahenkli ve öylesine merkezinde ki...” Merkezinde!.. Merkezinde!... Merkezinde!..
Bu ses bir kubbede yankılanır bir kulaklarında çınlar.
İşte o günden sonra Molla Musa’nın adı “Merkez Efendi”ye çıkar.
Günümüzde bile şifa arayanların koştuğu meşhur mesir macununu da bulan işte bu Merkez Efendi’dir.